26 Mart 2012 Pazartesi

ADINI BEN KOYDUM, ŞEBNEM.

"Bir annenin, eskimiş kazağının kollarından çocuğuna pantolon yapması, nasıl bir yoksulluğun göstergesidir?"

O’nu ilk gördüğümde, kenarlarında yarım ay şeklinde küçücük ısırıkları olan salçalı ekmeğini hemen yanı başındaki bir taşın üzerine koymuş, oturuyordu. Diliyle ıslattığı kurumuş dudaklarını ısırırken; bir eliyle kısacık kesilmiş saçlarını alnından ensesine doğru kaşıyor, diğer eliyle de hem yüzüne hem de taşın üzerine bıraktığı salçalı ekmeğine üşüşen sinekleri kovalıyordu.
Beni fark etmemişti henüz.
Sesimi çıkarmadım.
Üzerinde mor renkli bir pantolonu, dayanılmaz sıcağa rağmen kazağı yetmezmiş gibi onun da üzerine giydirilmiş naylonumsu kumaştan açık mavi bir elbisesi vardı. Boynunda eski bir tespihin boncuklarından ipliğe dizilerek yapılmış kolyesi ile elbisesinin eteği, kol ağızları, omuz ve göğüs bölgesindeki makine işi fistoları da olmasa; O’nun bir kız çocuğu olduğunu anlamak, neredeyse imkânsızdı.
Panda yavrusu gibi bacaklarını her iki yanına hafifçe açarak oturduğu yerden, çıplak ayaklarının altları görünüyordu. Gün boyu üzerinde yalınayak dolaştığı toprak zeminden ötürü, ayaklarının altı da siyah bir köseleyi andırıyordu. Ayaklarının üstü ile küt parmakları, oraya, Afganistan’a özgü un gibi toprağın tozu ile sanki biraz daha mı beyazdı? İlk bakışta ayaklarına göre daha temizce görünen elleriyle; sanki parmaklarından birinin ucuna bir diken batmış, o dikeni çıkarmaya çalışır hali vardı. Arada bir başını kaldırıp etrafına bakıyor; sonra salçalı ekmeğinden bir parça daha koparıp, yeniden taşın üzerine bırakıyordu.
Biraz uzağında bulunuyor olsam da ekmeğine üşüşen sineklerin rengi gibi bir çocuğa, özellikle bir kız çocuğuna hiç yakışmayacak kadar kara ve kirli yüzünde, o anda olduğu gibi, gelecekteki kaderini kısmetini de görebiliyordum.
Bir süre seyrettim O’nu.
Sessizce...
Nefessiz…
Yanına biraz daha yaklaşıp, fotoğrafını çekerken göz göze geldiğimizde; üzerimizdeki kızgın güneşin etkisiyle de biraz, kısarak baktığı gözlerini kaçırmıştı benden. Belki de hayatında gördüğü ilk yabancıydım.
Kim bilir?
Korktu!
Bulunduğu yerden, minik bir serçe telaşı ile evinin olduğu yöne doğru kaçarken koşar adımlarla; çıplak ayaklarına batan taşlara da aldırmıyordu hiç. Bir kesek parçası, ayağına takılıp yere düşmesine, toza toprağa bulanarak bir loğ taşı gibi yuvarlanmasına neden olmuştu.
Nasıl üzüldüm, nasıl içim parçalandı o haline…
Ahh! Anlatabilsem size...
O anda yere düşen sanki o değil, bendim.
Gözlerimi kapatıp, her iki omzumu boynuma doğru çekerek birleştirdiğim ellerimi, öyle bir sıkmışım ki: yüzüğümün parmağımda oluşturduğu ezikliğin acısını, çok sonra hissedecektim.
Bacaklarımı, dizlerim birbirine değecek şekilde sıkarak: “Şebneeem!” diye bağırdığımı anımsıyorum en son…

Adını ben koydum.Şebnem!

Vücudumda ne kadar tüy varsa, hepsinin diken diken oluşuna tanık olmak…
İnsanın, başından aşağı kaynar sular dökülmesinin tam anlamı ile ne demek olduğunu anlamak…
Tenimde, üzerine tuz serpilmiş salyangoz acılarını hissetmek o anda…
Ben seni nasıl unuturum Şebnem?

Yere düşerken attığın o çığlığını, ömrüm boyunca başka hangi ses çıkarabilir kulaklarımdan?

Gözyaşlarınla ıslanan yüzündeki o tozun, çizgi çizgi çamura dönüşmesini hele... Başka hangi görüntü silebilir gözlerimin önünden?


Kendini zor bela attığı o evlerinin bulunduğu avlunun, muhtemel bir havan topuyla yıkılmış duvarının ardından, yüzünün yarısını çıkararak bakarken bana; oturduğu yerdeki taşın üstüne, salçalı ekmeğinin hemen yanına bir paket çikolata bıraktım.
Gördü beni, biliyorum.
Geri gelmesini, almasını bekleyemedim ama.
Kusura bakma olur mu Şebnem?
Al o çikolatayı oradan ne olur…
Belki de ilk kez tadacaksın çikolatayı!
O tadı da beni de sakın unutma Şebnem!
Ben seni hiç unutmayacağım…
O çikolatayı alıp yerken küçücük ellerinle; seni görmeyi ne kadar çok istedim, bilemezsin.
Yanımda sana verebileceğim başka bir şey de yoktu, inan bana.
Elimde olsaydı eğer tutup elinden seni, en güzel sofralarda doyasıya yedirmek, tepeden tırnağa giydirmek isterdim rengârenk elbiselerle.

Ve hâlden anlamaz, kıymet bilmez bazı çocukların yaşadığı uzak ülkelere götürmek...
Dokunamadım sana, tutamadım elinden, çenenden tutup çeviremedim yüzünü yüzüme.
Parmak uçlarımla büzemedim dudaklarını hafifçe…
Gözlerimi kısarak, senin gibi bakamadım ya gözlerine yakından…
Ama bil ki; kösele gibi kara, kuru da olsa yanakların, seneler sonra aklımda, o çocuk yüreğin gibi tertemiz duruyorsun.



ÜÇ VAKİTTE ÖZGÜRLÜK

ağla çocuğum ağla
bu günler geçer elbet!
varsın
gözyaşların billur billur ışıldasın
gözbebeklerinden


ağla çocuğum ağla
bu günler geçer elbet!
bir gün
tertemiz bir dünya yansır gözlerine
nasılsa gülersin kahkahalarla içten!


ağla çocuğum ağla
bu günler geçer elbet!
biliyorum
binlerce gül açılır gözlerinde
cıvıldaşır binlerce kuş
yaşam ışıklarla donanır
mutlu olur tomurcuklar
çiçeklenir sevincinden.


Muharrem DOĞAN
Afganistan’dan İnsan Manzaraları - I
2005-2007

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder